31 Aralık 2011 Cumartesi

Enjoy the Silence!


Bu gün Christmas Day, giydik mi bakalım kırmızı donlarımızı, aldık mı yerimizi Beyoğlu'nun herhangi bir noktasında? Eğleniyor muyuz gençler?

İnsan yeni bir yılı neden coşkuyla kutlar? Ne zamandan beri korkmuyoruz bilmediklerimizden? Ne getireceği belli olmayan bir yılın gelişini kutlamaktaki amaç nedir? Neden hep yeni başlangıçlar safsatasıyla avunur insan, neden kendine bunu yapar?

Size için elimde farklı bir 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1 var. Gelin bu sefer de sessizliğin tadını çıkararak girelim yeni yıla.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Life Is Life, That's All.



Daha önce de Noah And The Whale'ın Life Goes On'unu paylaşmıştım... Ve yine peşindeyim Noah And The Whale! Benden kurtulamayacaksın...

Şimdi de Life Is Life bizlere eşlik edecek... İyi dinlenceler/izlenceler...


17 Aralık 2011 Cumartesi

Same Old Story


Father and Son by Cat Stevens on Grooveshark

Bir gün hepimiz gitmek zorundayız. Bunu bile bile yaşamak, aynada görmeye alıştığımız o suretlerimizin uçucu sıvılar gibi her gün biraz daha havaya karıştığını bilmek zorundayız. Bu kadar zorundalıklarla doluyken yaşam nasıl kaderi ellerinde olabilir insanın?

Bu hafta ölüme bir adım daha yaklaştım. Geçen yıl annesini kaybeden bir arkadaştan sonra bu yıl dedesini kaybeden bir arkadaş ve o arkadaşla cenazeye yetişmek için çıkılmış bir yolculuk. Tuhaf, ürkütücü bir tuhaflık. Henüz bir yakınımı kaybetmedim, bana öyle geliyor ki buna dayanamam. Dayanabilir miyim yoksa? Bilmek bile istemiyorum, bilecek duruma gelmek istemiyorum.

Uzaklaşmak iyi geldi. Kaybedilen bir dedenin –benim olmayan bir dede- arkasından dedelerimi, ninelerimi ziyaret etmek kusursuz, pürüzsüz bir huzurdu. İçinde her şeyi barından bir iyilik hali. Hep aklında aynı şey: son konuşmalar olabilir, son sarılmalar, son anı anlatmalar… 

Sahi siz hiç fark ettiniz mi yaşlı insanların hep anılarını anlattıklarını? Bazen öyle anlar olur ki daha önce defalarca dinlediğiniz bu anıyı dinliyormuş gibi yapma ihtiyacı bile hissetmezsiniz artık. Yapmayın bunu. Çünkü bana öyle geliyor ki o anılar onların gözünde ölümsüz olabilmenin tek yolu, cılız bir yol. Üzeri kapanmaya başlamış ayak izleri gibi o anılar. Silinmelerine izin vermeyin, ölmelerine müsaade etmeyin. Anıları öldürmeyin bayım, bir insanı öldürmekten çok daha fazlasıdır bir anıyı öldürmek. Anılara yaşama özgürlüğü!


*Görsel www.inhomegallery.net 'dan alınmıştır.

11 Aralık 2011 Pazar

Size Mutluluklar Dilerim Şekerim!



Arjantin by Yasemin Mori on Grooveshark

Günbegün hayatın eskiden göründüğü kadar karmaşık olmadığını görmek, her şeyi basite indirgeyerek yaşamak tuhaf doğrusu. Küçükken yani çocukken tek derdi büyümek olanlar büyük oldukça içinde bir yerlerde bir çocuk aramaya çıkıyor. Birilerinin öldürdüğü ve tüm ipuçlarını yok ettiği bir çocuk bu. Silinmiş dünyadan sanki hiç var olmamış gibi. 

Çok sıkılıyorum küçük dünyamda. Benim dünyam çok sıkıcı be dostlar! Yıllar önce kaybettiğim yaşama sevincimi ve neden erkenden öldürdüğümü bilmediğim o çocuğu arıyorum. Masum olmayı, olabilmeyi özlüyorum. 

Ben çok iyi değilim şu sıralar, varın siz iyi olun. Sizi Arjantin'in ellerine bırakıyorum. O ellerin kıymetini bilin...


*Görsel inspirationonline.com 'dan alınmıştır.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Knockin' On Heaven's Door

<




Şimdikinden küçüktüm ama öyle miniminnacık da değildim. Bir yerde bu şarkıyı duymakla dinlemek arasında bir eylemde bulunmuştum. Daha sonrasındaki bir gün de - çok da uzak olmayan bir gün - hatırla diyorum kendime. Hadi ama, neydi şarkının adı? Çok da beğenmiştin, bunu kendine yaparsan seni bir daha affetmem ama ona göre bak.

Ama olmuyor, hatırlayamıyorum. Tüm bu hatırlamaya çalışmalar, bilinçle cebelleşmeler okulumun konferans salonunda yapılan, şu an hatırlayamadığım bir programda gerçekleşiyor. Programın kapanışında her zaman olduğu gibi okulumuzdaki demirbaş müzisyen öğrencilerden biri olan çok saygıdeğer bir abim Harley Davidson botlarıyla tempo tutarak gitarının tellerine dokunuyor. Ve başlıyor: 

Mama take this badge from me
I can't use it anymore
It's getting dark too dark to see
Feels like I'm knockin' on heaven's door

Acaba diyorum, acaba?? Devam ediyor saygıdeğer abim:

Knock-knock-knockin' on heaven's door
Knock-knock-knockin' on heaven's door
Knock-knock-knockin' on heaven's door
Knock-knock-knockin' on heaven's door

Evet, evet, evet bu o şarkı! Yok artık diyorum ve gözlerim ışıldamaya başlıyor. Oh, lala diyorum içimden Fransız aksanıyla (Fransız aksanıyla r harfini çok güzel söyleyebiliyorum. Evet farkımdayım, oh lala'da r yok ama söyleyeyim dedim yine de.).

Hemen seçebildiğim cümleleri kaydediyorum telefonuma ve sonra da Knockin' On Heaven's Door mp4ümde ikamet etmeye başlıyor, hala da orda...


Teşekkürler saygıdeğer abim, hiçbir şeyin farkında olmasan bile...


*Görsel: DeviantArt knockin on heavens door by labbaa

26 Kasım 2011 Cumartesi

Siz Hiç Allah'ın Sadık Kulu: Barla'ya Gittiniz Mi?



Geçen hafta bahsetmiştim Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi'ne gideceğimden. Gittim, gördüm, beğendim. Tıpkı diğerleri gibi absürd bir Onur Ünlü senaryosu, kara komedi, özgün bir yapıt. Film anlatma konusunda pek başarılı değilim. Zaten anlatılan filmi izleme isteği kalmaz ki insanda, bu hatayı bir daha yapmayacağım. Film güzel, iyi yani. Gidin izleyin. Allah'ın Sadık Kulu: Barla'yı izlemekten inanın daha hayırlı. Bak yine kendimi alamayacağım eleştirmekten. Ulan siz kimi kandırıyorsunuz? Yok efenim gişe rekoru kırmış, yok efenim bir milyonu aşmış. Biz her şeyin farkındayız, üçer beşer kez giderseniz aynı filme iki milyon da olur merak etmeyin. Bugün Samanyolu Tv'nin anahaber bülteninde dakikalarca sinemalardan görüntüler yayınladılar. Beklentinin üstünde bir yoğunlukta ilgi varmış filme, vay anasını sayın seyirciler! Kendinizi iyice zavallılaştırmaktan vazgeçin, komiksiniz, gerçekten. Tamam, inancınız dolayısıyla muhterem bir şahsiyet, kabul ama bir şey bu kadar mı kullanılır, bu kadar mı sahiplenilir? Çaresiz dershane öğrencileri, yurtta kalan genç insanlar! Peki siz hiç Allah'ın Sadık Kulu: Barla'ya gittiniz mi?


*Görsel pirsushaber.com 'dan alınmıştır.

20 Kasım 2011 Pazar

Celal Tan'a 3 Kala



4 aydır beklediğim film 2 gün önce açtı kollarını kendini bekleyenlere. Ne yazık ki ben biraz daha beklemek zorundayım ona sarılmak için, üç gün kadarcık ama. Malum hayatını bir dörtgene dönüştürüp içinde dört dolanmak pek de kolay bir zanaat değil. Herkes gideceği üniversiteyi/bölümü hayal ederken ben sınav sonrası katılacağım film festivallerini, gideceğim konserleri, okuyacağım kitapları düşünüyorum. Özgürlük sen mükemmel bir şeysin!

Bir şeyleri yaşamak için beklemek çok zor bazen. "Bitse de gitsek." modundayız toplucak. Hayatımın yeni mottosu şu sıralarda "Sadece 7 ay kaldı.". Perşembe günü de Florya'da yemek yiyeceğiz. Klasik mezun olma öncesi sınıfsal etkinlikler. Eminim çok eğlenceli olacak. Sınıfımı seviyorum, her şeyiyle. Neyse efenim, uzun lafın kısası çarşamba arkadaşlarımı da ayartıp gideceğim sinemaya. İlk kez bir film için bu kadar heyecanlanıyorum. Bekle beni Celal Tan, ben geliyorum!

*Görsel haberler.com 'dan alınmıştır.

11 Kasım 2011 Cuma

The Numbers: Angels Or Demons



Bugün ne kadar farklıydı sizin için diğerlerinden. Yo, hayır. Farklı olması gerekiyormuş gibi hissetmenizi istemem. Takvimler bugün 11.11.11'i gösteriyor diye neden daha farklı bir şeyler yaşamak zorunda olalım ki? Sayılar. Ne kadar da çok üstlerine gidiyoruz yavrucakların, farkında mısınız? Bazen şans bekliyoruz onlardan, bazen de başımıza gelenlerden dolayı günah keçisi atfediyoruz. Biz ne yapıyoruz böyle? Midemi bulandırıyorsun 11.11.11...


*Görsel www.bb4h.com 'dan alınmıştır.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Ürker Tenhalığım, Kıskanır, Ağlar Belki




Elde edilemeyecek şeylere yüklenen anlamlar insanı hapseder kendine. Bir saplantı olur, büyür, büyür sonra yine büyür. Ölmüş, ölecek herkesin kabuk tutmaya başlayan yaraları tazelemeye benzeyen bir saplantısı vardır: Birini haddizce sevmek, bağlanmak, güvenmek. Kimsesizlik çölünün ortasında kalan herkes için aşk matarada kalan son damla sudur. Aşk bu kadar hayati mi gerçekten? Aşk var, aşk yok. Bir varla yok arası aşk. Ama sevgi varın yoku kuşatıp feth etmesi. İşte bu yüzden sana aşık değilim, seni seviyorum... 

Seni bulana kadar arayıp duran bu körebe oyun bittiği için çok mutlu şimdi. Sensizliğin nadasına bırakma beni olur mu?


*Görsel edebiyatdefteri.com' dan alınmıştır.

    
edebiyatdefteri.com

6 Kasım 2011 Pazar

Bugün Bayram!



Bugün bayram! Hepinizin, hepimizin bayramı kutlu/mutlu olsun. Etrafta bayramın amacını sorgulayanlar var, kulaklarınızı tıkayın onlara. İnanın kör düşüncelerini dinlemeye değmez. Kurban kesmekle hayvan katletmeyi aynı kefeye koyan insanlarla uğraşmak çok zavallıca bir uğraş zira. Her fırsatta özgürlükçü nidalarla coşan insanların iş ibadet özgürlüğüne gelince tavır değiştirmeleri çok tuhaf doğrusu. Bayram dışında etleri löpür löpür götürürken sorun yok, kurban bayramı gelince "Hayvanların yaşama hakkını ellerinden almayın.". Bayram dışındaki yediğin etler hayvanlar kesilmeden mi tabağına geliyor. Yo. Bunu sen de çok iyi biliyorsun. O zaman ne bu zırvalıklar. İnanmak zorunda değilsin bu dine. Ben de değilim, başkaları da. Ama saygı duymak zorundayız, tıpkı sana saygı duymak zorunda olduğumuz gibi. Bilmem anlatabildim mi?

*Görsel buradan alınmıştır.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Remember, Remember The Fifth of November!





İzlemeyen yoktur umarım V For Vendetta'yı. İzlemeyen kayıptadır kanaatimce. Sokrates gibi filmdir V for Vendetta. "Atina uyuşuk bir at, ben de onu uyandırmaya çalışan bir at sineği." diyen Sokrates gibidir. 

Filmde hep fikrin gücüne vurgu yapılır, para, menfaat karşısında yenik düşen fikirlerimize yaptığımız haksızlık kendini gün yüzüne çıkarır bu filmle birlikte. Fikirleri uğruna ölen insanları düşünürsünüz, bir fikrin peşinde ölüme koşanları. "İdea."

Bu maskenin altında bir yüz var ancak benim değil.
Ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz
Ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez...


Fikirlerin gücüne bizzat şahit oldum.
Fikirleri adına öldürülen ve fikirlerini savunurken ölen insanları gördüm.
Ama bir fikri öpemez, ona dokunamaz veya onu tutamazsınız.
Fikirler kan ağlamaz, acıyı hissetmezler, sevmezler.


Her şeyi ama her şeyi olan bir ülkeydi orası
Ama şimdi, 20 yıl sonrası, ne olacak?
Dünyanın en büyük cüzamlı topluluğu!
Başlattıkları savaş değildi, saldıkları veba değildi, 'hüküm'dü.
Kimse geçmişinden kaçamaz.
Kimse hüküm'den kaçamaz.


Toplumlar, kendi devletlerinden korkmamalı.
Devletler, kendi toplumlarından korkmalı.
Bina nasıl bir sembolse, onu yıkma eylemi de bir semboldür.
Sembollere anlam kazandıran insanlardır.
Tek başlarına semboller anlamsızdır ama yeteri kadar insanla bir binayı havaya uçurmak dünyayı değiştirebilir.
Şiddet iyi amaçlar için kullanılabilir.


Bu maskenin altında bir yüz var ancak benim değil.
Ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz
Ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez...


Bu gece size en ciddi yeminimi ediyorum.
Adalet hızlı olacak, dürüst olacak ve merhametsiz olacak.




"Beş kasım gününü hatırla. Patlamayı ihaneti ve komployu. Bu ihaneti unutabilmek için hiçbir neden bulamıyorum. Peki ya o adam. Adının Guy Fawkes olduğunu biliyorum ve 1606'da parlemento binasını yakmak istediğini de. Ama gerçekte kimdi? Nasıl biriydi? Bize adamı değil fikrini hatırlayın dendi. Başarısız olabilir, yakalanabilir, öldürülebilir ve hatta unutulabilirdi. Ama 400 yıl sonra bile düşüncesi dünyayı değiştirebilirdi. Ben bu fikre bizzat şahit oldum. Bu uğurda insanların öldüğünü gördüm. Onu korurken öldüklerini. Ama bir fikri öpemezsin, dokunamazsın, sarılamazsın. Fikirler kanamaz, acı çekmez ve asla sevmez. Ben o fikri özlemiyorum. O adam, beş kasımı bana o unutturmuyor. Onu asla unutamıyorum."


Fikirlerimiz sevdiklerimizi elimizden almasın, buna izin verilmesin...


*Görsel buradan alınmıştır.

20 Ekim 2011 Perşembe

Bir Kulağımdan Tutup Hindistan'a Fırlatın Beni, Lütfen




Hepimiz bir tuhafız gerçekten. Yıllarca eğitim görüp, sevdiğimiz şeyleri alıp, tutkularımızı giydirdiğimiz bedenleri tüketip nefes alamamaktan şikâyetçiyiz. Bizde eksik olup da bir türlü tamamlanmayan, hep yarım kalmamıza neden olan o şey de ne? Basitlik, öze dönüş. Karmaşıklıklaştıkça daha kolay çözünüyor, kaçtıkça daha çok yakalanıyoruz. Herkes benim gibi çok mu bunalmış kendine biçilen hayattan bilmiyorum ama ben defolup gitmek istiyorum buralardan. 13 yıldır nasıl bir insan olmam isteniyorsa o ölçülerde yontuluyorum. Herkes kadar vatansever, herkes kadar iyi bir vatandaş olma üzerine donatıldım ben. Özgürleşmek, özü gürleştirmek için 13 yıl beklemek zor, sancılı. 5,5 ay kalmış olan bir sınav başlangıcım, herkes kadar üniversite hayallerim var. İstediğim üniversite değil ki benim. Neden “iyi bir yer”e gelmek, cebimi parayla doldurmak için test çözmek zorundayım ben bu ülkede? Zihinleri körelten bu şeye neden katlanmak zorunda bırakılıyorum? Her şey sorgu süzgecimden geçiyor bu sıralar. İktidara ele geçirmiş bir devleti, halkları kullananları çok eğreti buluyorum. Canım feci sıkkın zaten uzun zamandır. Çok eğleniyor ama bir türlü ruh dinginliğine ulaşamıyorum. Bazen soruyorum kendime Hindistan’da elleri kınalı bir kız olsam daha mutlu olmaz mıydım diye. Olurdum, o zaman kendimden hiç kaçamaz, kaçamadığım kendimi aramak zorunda da kalmazdım. Bir Uzakdoğu yolculuğu ne iyi olurdu doğrusu…


Edit: Hala izlemediyseniz Slumdog Millionaire'ı mutlaka izleyin.


*Görsel www.3ayak.org

15 Ekim 2011 Cumartesi

1991'in Azad Ettiği 20 Albüm



1991 sadece Nirvana ve Pearl Jam'in yılı değil elbet -ben her ne kadar o yıldaki diğer albümlerin Nevermind'ın gölgesinde kaldığını düşünsem de-. 1991'de kendini piyasaya sürüldüğü yılın çok çok ötesine taşımış 20 albümün derlendiği bir yazıyı okumuştum uzun zaman önce, bir köşeye de bu derlemenin adresini not etmişim. Hazır Ten ve Nevermind ile ilgili haberler vermişken bu 20 albümü paylaşmak da yerinde bir karar olur diye düşündüm. İşte o 20 albüm:

Nirvana - Nevermind
Primal Scream - Screamadelica
The Jesus Lizard - Goat
Ice Cube - Death Certificate
Massive Attack - Blue Lines
Metallica - Metallica
My Bloody Valentine - Loveless
U2 - Achtung Baby
A Tribe Called Quest - The Low End Theory
Throwing Muse - The Real Ramona
The Orb - The Orb's Adventures Beyond The Underworld
Talk Talk - Laughing Stock
Smashing Pumpkins - Gish
Slint - Spiderland
Sebadoh - 111
Red Hot Chilli Peppers - Blood Sugar Sex Magik
Public Enemy - Apocalypse 91
Prince & The New Power Generation - Diamonds And Pearls
Pixies - Tromple Le Monde
Pearl Jam - Ten

Bırakın müzik ruhunuzu ele geçirsin...

*Daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


*Görsel DeviantART music 2 by TeEnAgErs-rock

6 Ekim 2011 Perşembe

Kurtar Beni Buralardan Ey Baykuş!





İstanbul'un kurtuluşuna hiç bu kadar sevinmemiştim ya da daha önce şu an olduğu gibi işime yaramamıştı. Evdeyim, ötesi var mı? Hem de dershanenin, okulun beni bulamayacağı kadar uzakta. Kendime bi sürü iyilik yapmak istiyorum, ciddi manada ihtiyacım var buna. Şimdilik pek bir şey yapamadım bu post dışında. Baykuşla başlamak istedim iyiliklerime. Batıda şans işareti sayılan baykuşun Doğuda uğursuzluğuna dair bir inanış vardır. Buna sebep olanın elips şeklindeki vücudu ya da burun-göz kombinasyonu olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir Doğulu olarak bir Batılı gibi davranıyorum baykuş söz konusu olunca. En sevdiğim, dur bi dakika, tek sevdiğim hayvan baykuş. Çok seviyorum lan seni! O kadar çok seviyorum ki bu parçayı sana ithaf ediyorum. Bırak gitsin eskileri, onlar hak ettiklerinden fazlasını aldılar zaten. Sen ve ben harika bir ikili olabiliriz. Mezuniyetimde üzerinde desenin bulunan bir elbiseyle onurlandırır mısın beni? Bak ben tüm üyeliklerimdeki profilime senin resmini koydum. Bu tutku değil de nedir ha? 


1 Ekim 2011 Cumartesi

Bana Bir Saz Verin Dostlar!

                      


Son iki-üç haftadır her şey çok b.ktan. Canım sıkkın, hem de öyle bi sıkkın ki geçmek, gitmek, bitmek bilmiyor. Aradığını bulamayan şu zavallı şahıs bulduğunu sandıklarını da kaybediyor üstelik, gözden çıkarıyor desek daha doğru olur aslında. Bende durumlar karışık vesselam. Ahkam kesen dershane hocalarım, tahammülsüz arkadaşlarım ha bi de beni çoktan gözden çıkarmış olan biri var. Elime bir saz almayayım da ne yapayım dostlar? Son günlerde beni anlayan birini bulmak ne güzel, eyvallah Can Bonomo!

24 Eylül 2011 Cumartesi

Nietzsche Seninle Gurur Duyuyor Evlat!



Dave Grohl, bu adama karşı derinden ve samimi bir şekilde, nedensizce ya da nedenini bilmeden/farkına varamadan büyük bir sempati besliyorum. Grubuna karşı da öyle. Foo Fighters'tan paylaştığım ilk parça The Pretender oldu şu an itibariyle. Sadece bir başlangıç bu dostlar!

Şimdi biraz benim gözümdeki The Pretender'dan bahsedeyim sizlere. Genelde olduğu gibi bu parçanın da klibini sonradan izledim(ne yapalım herkesin bir müzik tüketme tarzı oluyor). Aklıma gelen ilk şey Nietzsche oldu. Sonra da "Her türlü otorite ve kuralı yıkın." diyen Stirner. Daha sonrasında ise "Simülakrlar ve Simülasyon" kitabında simülasyon kuramını uzun uzun anlatan Baudrillard.

The Pretender, iktidara boyun eğenlere sesleniyor, sorgulamadan kabullenenlere, teslim olanlara. "İtaatkar ve kanaatkar olun diyenler sence öyle mi?". Felsefe derslerinde birkaç kez üzerinde durduğumuz bir nokta: Özel araç kullanmak yerine toplu taşıma araçlarını kullanın, trafik sorun olmaktan çıksın diyenleri hiç toplu taşıma araçlarında gördünüz mü? Hayır, ben görmedim. Onlar makam araçlarıyla yollarda zaman kaybetmesin diye bizler toplu taşıma araçlarını kullanmalıyız. Efendine itaat et köle, o her şeyin en iyisine sahip olmalı!

Sizlerden özellikle 2:46 - 2:49 arasına dikkat etmenizi istiyorum. İktidarı savunmak için gönderilen güvenlik güçlerinin birer adları yok, numaralardan ibaretler. Bence bu sahne iktidarı ele geçirenlerin geri kalan herkesi nasıl köleleştirdiğini, ehlileştirdiğini anlatması açısından son derece vurucu. Toplumun emanet edildiği güvenlik güçleri kimi kimden koruyor? İktidarın karşısında ezilen toplumu mu, yoksa iktidarın kendisini mi? Oyun hep aynı, değişmiyor. Çark dönüyor ve önüne geleni yutuyor, yuttuğunun yerine yenisini türetiyor...

Foo Fighters'ın The Pretender'ı işte tüm bunları anlatıyor bana göre. Otoriteye, iktidara baş kaldırıyor. Farkındayım diyor, farkındayım kullanıldığımın, kandırıldığımın ve buna daha fazla izin vermeyeceğim... Bizim uyanma vaktimize çok var mı daha? Durdurun, inecek var...

18 Eylül 2011 Pazar

Cehennemden Yansımalar



Cehennemin tasvirini defalarca kez dinleyerek büyümüş çocuklarız hepimiz. Çocuk olmayı bir kenara bırakmamız gereken zaman gelince kimimiz devam etti onun varlığına inanmaya, diğerlerimiz de varlığını reddetmeye başladı. Hepimizin bir fikri var bu konuda ama sanmıyorum ki varlığı ya da yokluğu hakkında en ufak bir şüphesi dahi olmayan biri olsun. Eğer gerçekten varsa işimiz zor...

Hey!
I can't live in here for another day
Darkness has kept the light concealed
Grim as ever
Hold on to faith as I dig another grave
Meanwhile the mice endure the wheel
Real as ever
And it seems I've been buried alive

10 Eylül 2011 Cumartesi

Bir Ölünün Sesinden Ürperiş...






Yıllar önce bir 24 Ocak, tarihi unutmamam bilgisine yeni vakıf olduğum şey karşısında ürperişimden. Bir yarıyıl tatili ve ben ilk kez Nirvana dinliyorum. İlkim Smells Like Teen Spirit oluyor. Defalarca, bıkmadan dinliyorum... Kurt söyledikçe şu an bir ölünün sesini dinlediğim gerçeği tüylerimi diken diken ediyor ve bu bir ilk. Sesinde sanki öleceğini bilen bir insanın huzursuzluğu var, öylesine içten, öylesine gerçek... O kadar gerçek ki bu gerçek sizi ürpertiyor... Ağlamak istediğimi hatırlıyorum, çok kötü olduğumu. Hayatta insana ansızın dokunan ve unutulamayan anlar vardır ya işte onlardan biriydi benim için ve o anın arkasına saklanan yoğun duygu beni derinden etkilemişti. Bu parçayı ne zaman dinlesem aynı şeyleri hatırlarım... Bir ölünün kimse tarafından duyulmayan çığlıkları...

Nirvana aynı zamanda Grunge ile tanışmış olmam sebebiyle de önemlidir benim için. Böyle bir başlangıç yapmış olmaktan mutluyum. Nirvaana'yı hala dinler ve severim. En çok da Dave Grohl ve Krist Novoselic için üzülüyorum. Tıpkı ölen yakınlarının ardından yaşamaya devam etmek zorunda olan bizler gibi ikisi de Kurt Cobain'siz devam ettiler yollarına. Grubu devam ettirmediler belki ama müzikle uğraşmaya devam ettiler. Dave Grohl, Foo Fighters'ı kurdu ve hala da grubun vokalisti. Krist Novoselic, Sweet 75'ı kurdu ama işler yolunda gitmedi onun için. Geçen birkaç yıl içinde milletvekili olma girişiminde bulundu ve başardı... Her şey, biz ve onlar için çok farklı olabilirdi 5 Nisan 1994'te popülariteden sıkılan kahramanımız intihar etmeseydi(Karısı olan Courtney Love tarafından da öldürüldüğü iddialar arasında)...

Ben Smells Like Teen Spirit'in videoklibini çok sonradan izlemiştim ve beklediğim gibi değildi. Beklentilerimin üstünde ya da altında demiyorum, beklediğim gibi değildi sadece. O yüzden de videoklibi yerine parçanın kendisini paylaştım. Klibi izlemek isteyenler aşağıdaki bağlantıyı ziyaret edebilirler.

http://www.youtube.com/watch?v=hTWKbfoikeg

Edit: Her fırsatta basit melodi dizilişiyle küçümsenen Grunge için Nirvana'nın Smells Like Teen Spirit'in Rolling Stones dergisi tarafından hazırlanan gelmiş geçmiş en iyi 500 parça arasında 9. sırada oluşu eleştirenlere verilebilecek en iyi cevaptır diye düşünüyorum...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Anneliğin Farklı Suretleri





Anlamaya çalıştım her şeyden önce. Onu haklı bulabilmek için ufacık da olsa bir neden aradım. Haklı olsun istiyordum, haklı olması gerekiyordu, bunu benim için yapması gerekiyordu. Çok geç değildi, hala bir şansı vardı geri dönebilmek için yaptığı bu yanlıştan. Lüften dedim içimden, lütfen elini tut. Tutmadı, yazık...

Geçip gittiler. Gözlerim takip ediyordu onları. Kız hiçbir şeyin farkında değildi. İyi ki de fark edemiyordu, fark etseydi yaşayamazdı çünkü bununla. Mutlu gözüküyordu, gülümsüyordu. Kısa, düz saçları ve çekik gözleri vardı diğerleri gibi, onun gibi olanlar gibi. Onlardan bir sürü vardı dünyada ve onun hak etmediği muameleyi gören tek kişi olmadığı bir gerçekti, acımasız bir gerçek...

Bir anne ve bir çocuktu onlar. Anne taktığı güneş gözlüğüyle saklanmayı, fark edilmemeyi arzuluyordu. Sertti yüzündeki ifade tıpkı sahip olamadığı annelik duyguları gibi. Down sendromlu bir kızı vardı ve bu yetiyordu onu sahiplenmeyi reddetmesi için. Küçücük savunmasız kızının elini bırakmış, önünden yürüyordu. küçük kız elindeki oyuncak telefonla haşır neşirdi, takip ediyordu bir yandan da annesini. Bir annesi var mıydı gerçekten? Çocuğundan utanarak ondan uzak yürümeye çalışmak, o küçücük masum şeyi yalnız bırakmak yüceltiyor muydu o kadını? Daha mı iyi oluyordu her şey öyle yapınca? Üremek anne olmak değildi, öğrendim. İki bedenin birleşmesi en büyük acı, insanın kendini aşağılamasının en etkili yolu olabiliyordu bazen.

Düşündüm, çocukları arasında seçim yapmak zorunda kalan Afrika annelerini düşündüm. Onlar da anneydi, onların annelikleri de zor, acı dolu bir deneyimdi. Açlıktan yürümeye hali kalmayan çocuklarının ellerini bırakmayan, sıkı sıkı avuçlayan anneleri düşündüm. Haksızlıktı, bir çocuk için en büyük haksızlıktı onu hak etmeyen bir anneye sahip olmak.

Çocuğundan utanan bir anne gördüm ben bugün. Bir anne çocuğundan utanabilir mi? Utanabiliyormuş, elini bile tutmadan çocuğunun önünden yürüyebiliyormuş. Bir anne umarsızca 3-4 yaşlarındaki Down sendromlu kızının elini bırakıp ondan utanırcasına, onun varlığını reddedercesine merhametsiz olabiliyormuş. Down sendromlu bir çocuk kendinden utanan bir annenin varlığıyla da mutlu olabiliyormuş. Otobüs bekleyen bir kız gördüğü bu sahneden utanabiliyor, ilerde o anne gibi olmaktan korkabiliyormuş...



*Görsel DeviantART the down syndrome by borwer

12 Ağustos 2011 Cuma

Şimdi Sen Kalkıp Gidiyorsun. Git.





Zaman bunu hep yapıyor, ilerliyor. Bu ilerlemeler bazen buluşmalara, bazen doğumlara, bazen ölümlere, bazen de mesafelerin artışına eşlik ediyor. Çanlar benim için çalıyor bu sefer. Hiç gitmek istemediğim yere gitmek, hiç çözmek istemediğim soruları çözmek, iyi bir üniversite kazanmak zorundaymışım, öyle diyor herkes. Neye üzülmem gerektiğine karar veremiyorum. Gitmek zorunda olmama mı, bir yıl boyunca soru çözmek zorunda olmama mı, beş yıl okumuş olacağım okuluma veda edecek olmama mı üzülmeliyim? Hepsine birden üzülemez mi insan? Üzülebilir elbet, ben öyle yapacağım mesela. 

Dört yıldır birlikte olduğum arkadaşlarımdan ayırıp hepimizi farklı odalara koyan zihniyete öfkem. İnsanları devlet yurtlarından soğutup başka yurtlara geçmek zorunda bırakan zihniyete öfkem. Küçükken dert ettiğimiz şeyler ne kadar da ufak gözüküyor buradan. Haftada yine 20 saat İngilizce dersi olsa keşke, tek derdimiz bu olsa. Korktuğumuz Fransızca sınavları olsa keşke, oturup fiil çekimlerini ezberlesek her defasında, sonra yine unutsak. Sadece metin okuma olsun, yazma ve grammer olmasın diye yalvarsak Osmanlıca hocalarımıza keşke, onlar yine de yazma ve grammer sorsa. Edebiyat hocamız yine Jale Parla okutsa, Topal Şeytan'dan, Doğuda neden romanın gelişememesinden bahsetsek, entelektüel takılsak derslerde keşke. Teneffüs bitince sınıftan yeni çıkan matematik hocamıza "Hocam nereye gidiyorsunuz? Ders başlayacak, teneffüs bitti." dediğimizde "Benim için daha yeni başlıyor." diye cevap verse bize, sonraki derse gelmese yine. Banu Avar yine ateşli, ucundan Faşizm kokan konuşmalar yapsa konferans salonumuzda, Fethiye Çetin geldiğinde Hrant Dink, Ermeni Sorunu konuşulsa, tartışmalar çıksa, Rasim Ozan'ın kendiliğinden sinirlenip bağırarak konuşmalarının tanığı olsak keşke. İlk Ders'e yine bir felsefe profesörü gelse, insan nedir sorunsalını kendi kendine tartışsa, salondaki herkes uyusa. Yurttaki odalarımızın camından zamanın büyükşehir belediye başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nu görsek. Nevruz Bayramı'nda okulun bahçesinde yakılan ateşin üstünden sırayla atlasak keşke. Yurdun yemeklerine, aşçıya küfretsek bol bol. Keşke ayrılırken sevdiğimiz her şeyi yanımızda götürebilsek...

Evet, bugün gitmek zorundayım. Artık sık sık bir şeyler paylaşamam. Hiç zamanı değil gitmenin, farkındayım... 

Giderken size güzel bir parça bırakmak istedim: Morning Has Broken. Buram Buram Paulo Coelho kokan Kayıp Gül'den işe yarar tek şey bu parçaydı bence, gerisi fasofiso.

Arada mutlaka uğrayacağım buralara.

Hoşçakalın...

Edit: "Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
         Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler." diye başlayan Cemal Süreya (Aşk) şiirini mutlaka okuyun.

*Görsel izlemeden.com

11 Ağustos 2011 Perşembe

Üç Kısa Film İle Yaşamı Keşfetmek "Move, Learn, Eat"

Ben bile bu üç kısa film sayesinde yaşama sevincini yeniden hissettim içimde bir yerlerde... Bu üç kısa filmi izlerken;



Önce diyar diyar dolaştım dünyayı...



Farklı kültürlere temas edip yeni şeyler öğrenmenin ne kadar eğlenceli olabileceğini gördüm...



Yemek yemenin biyolojik bir etkinlikten çok daha fazlası olduğunu, yeni şeyler tatmanın yaşamı nasıl zenginleştirebileceğini öğrendim...

Hayatıma olan bu büyük ve anlamlı katkından dolayı sana teşekkürü bir borç bilirim Rick Mereki!

7 Ağustos 2011 Pazar

Hüznün Kokusu (-mış Gibi Gözükmek)






Hüzün kokan bir şeyler vardı sende. Gözlerine sinen korkular bir parçan olmuş, bütünleşmişti seninle. Acı gibiydi, hiç bilmediğim, tatmadığım bir acı gibiydi suretin. Parçalıyordu bakışların, öylesine keskin ve öylesine derin. Kıpırtılarla hareket eden dudakların, sessiz çığlıklarının dünyayla buluşmasıydı sanki. Bir şeylere inat nefes alıyormuş gibiydin ya da –mış gibi gözükmek istiyordun. Senin için yaşamak ne demekti, bilmiyordum. Bana çok yabancıydın, çok başka ve zaman geçtikçe aynılaşmıyordun da diğerleri gibi.

Duyduğum en güzel kokuydu hüznün. Hüznün, içinde saklanmak, kaybolmak istediğim tek kokuydu. Belki herkes gibi mutluluklarımızda değil de acılarımız da buluşabilirsek, bunu yapabilirsek, bir şansımız olabilirdi. Bir şans olabilirdi yarımlıklarımızı tamamlayıp bir bütün, bir tam olmamız için. Şans? Şans neydi? Tanrı’nın anlam veremediğimiz oyunları mıydı? Bizi içine koyduğu bu kafeste, arada gülümseyebilmemiz için bize sunduğu küçük hediyeleri miydi? Tanrı’nın bize acıdığı anlar mıydı, avuntumuz olmasını istediği şeyler miydi şans? Şans dediğimiz şey nasıl da kesiyordu zamanı. Kesip atıyordu bir köşeye onu ve artık büyüsünü kaybedince attığı köşedeki zamanı alıp dikiyordu yaşamlarımıza. Yamalarla dolu yaşamlarda nefes alıp vermek kalıyordu bize. Tanrı bu kadar müdahilken hayatlarımıza nasıl cüret edebiliyordu özgürce davranmamızı beklemeye? Tanrı bir yerlerde hata yapıyordu ya da –mış gibi gözükmek istiyordu. Tıpkı senin gibi o da bir şeyleri ya yapıyor ya da –mış gibi gözükmek istiyordu. Sen Tanrı mıydın?

Nefret mi daha gerçekti yoksa sevgi mi? Evet, evet biliyorum sevginin sahtesi olur ama nefretin sahtesi olmaz. Sahi sen neresindesin düşüncelerimin, dile getirdiklerimin. Tam ortasında öylece duruyorsun. Kendinden başka kimseyi umursamamak kolay olmamalı. Kandıramayacağın kadar bir yaşamışlığım var. Biliyorum ki en tam gözükenler en acınası olanlar. Acımak? Acımak erdem miydi? Zavallılıktı acımak. Kendini yüceltmenin en aşağılık yoluydu. Sahi sen hiç o yollarda yürümüş müydün? Hüznünün etrafında dönüyor benliğim. Sana bir sen kadar uzaktayım, çok mu uzak aramızdaki mesafe?

*Görsel DeviantART Guilt by HimawariAngel

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Uzaklardan Gelen 20 Yıllık Bir Ses Daha: Achtung Baby





Yeni bir "box set" haberini paylaşıyorum yine. Senaryo aynı, başrol oyuncuları farklı. Bu haberin başrolünde Bono ve efsanevi U2'su var. U2'nun 1991 yılında çıkardağı efsane albüm Achtung Baby box set albüm olarak 31 Ekim'de satışa sunulacakmış. Bu albüm Nirvana'nın "Nevermind Super Deluxe Edition"ından daha kalabalık. Şöyle ki bu derleme albümün içinde 6 CD, 4 DVD, 5 plak, 16 kartonet, 1 kitap, 1 dergi, çıkartma seti ve Bono'nun güneş gözlüğü olacakmış. Evet, yanlış okumadınız, güneş gözlüğü bile varmış. Bono'nun o meşhur gözlüklerini bilen bilir...

Achtung Baby'nin dirilişi U2 hayranlarına hayırlı olsun...

*Görsel buradan alınmıştır.

5 Ağustos 2011 Cuma

Ahtapotlar vs Join Me In Death




Birkaç hafta önce Join Me In Death dinlerken "Won't you die tonight for love? Baby join me in death." kısmına takılıp kaldım. Sebebi ise neden daha önce Ahtapotlar ve Join Me In Death'in arasındaki tema benzerliğini fark etmeyişimdi. "Sevgiliyle intihar etme isteği". İki parçada da dünyaya sitem vardı, ikisi de dünyaya yabancı kalan, ondan kurtulmak isteyen aşıkların serzenişiydi.


Ahtapotlar'da "Son bir gece daha çirkin olalım. Aynalara değil birbirimize bakalım. Bir hayattı, tutunamadık. Gel ona bir son yazalım." diyen aşık, Join Me In Death'de "This world is a cruel place and we're here only to lose. So before life tears us apart let death bless me with you. Won't you die tonight for love? Baby join me in death." diye sesleniyordu maşuğuna.


Siz de artık benim gibi düşünüyor musunuz bilemiyorum ama bu düşüncemi paylaşmış olmaktan mutluyum. Oh be, omzumdan koca bir yük kalktı!

*Görsel buradan alınmıştır.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi



Afişte de yazdığı gibi bir Onur Ünlü filmi daha: Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi. Yönetmen Onur Ünlü'nün sinemaya bakış açışı oldukça farklı ve tekil. Dolayısıyla imzasını taşıyan filmler de bir o kadar farklı ve tekil oluyor. Onur Ünlü "Halk çektiğimiz filmleri neden izlemek zorunda olsun ki? Bir de böyle bir şey var: Halk tarafından onaylanmak. Ben şahsen, bir filmim çok seyrediliyorsa durup düşünürüm 'nerede hata yaptım' diye..." diyen bir yönetmen.


Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi, Ünlü'nün beşinci filmi. Filmin oldukça da ilginç bir fragmanı var. Çekimleri tamamlanan bu Onur Ünlü filminin kasım ayında vizyona girmesi bekleniyor, mutlaka izleyin derim. Oldukça ilginç bulduğum, bir o kadar da beğendim fragmanı da aşağıda. Hadi izleyelim dostlar!




Film çekimlerinin tamamlandıktan sonra yapılan bir Onur Ünlü röportajına buradan ulaşabilirsiniz.


*Afiş şuradan alınmıştır.

2 Ağustos 2011 Salı

Çok Gezenler Kulübü


Pegasus sponsorluğunda kurulan "Çok Gezenler Kulübü" 5 bloggerla başlamış Avrupa'nın önceden belirlenen altı şehrini tanıtmaya ve 12 Temmuz'da da yeni bloggerlar için üyelik sistemi açılmış. Hala çok geç kalmış sayılmayız, oldukça güzel bir fırsat. Şansınızı bir deneyin derim...

Daha ayrıntılı bilgi için buradan ve şuradan ulaşabilirsiniz. Bol şans!

1 Ağustos 2011 Pazartesi

"The Mountain"




Facebook'ta karşılaşıp büyülendiğim bu videoyu blogumda paylaşmak istedim. Biraz gecikmeli de olsa "The Mountain" huzurlarınızda. Norveç fotoğraf sanatçısı Terje Sorgjerd, İspanya'nın Kanarya Adaları'ndaki El Teidi Dağı'nı ziyareti sırasında bir hafta boyunca çektiği fotoğraflardan böylesine güzel bir bileşim hazırlamış. Terje Sorgjerd, benzer birkaç çalışma daha yapmış: The Aurora ve The Arctic Light. Keyifli seyirler...

Bu foto-filmin hikayesini ve hazırlanışını merak edenler içi Terje Sorgjerd anlatıyor:

This was filmed between 4th and 11th April 2011. I had the pleasure of visiting El Teide. Spain´s highest mountain @(3718m) is one of the best places in the world to photograph the stars and is also the location of Teide Observatories, considered to be one of the world´s best observatories.

The goal was to capture the beautiful Milky Way galaxy along with one of the most amazing mountains I know El Teide. I have to say this was one of the most exhausting trips I have done. There was a lot of hiking at high altitudes and probably less than 10 hours of sleep in total for the whole week. Having been here 10-11 times before I had a long list of must-see locations I wanted to capture for this movie, but I am still not 100% used to carrying around so much gear required for time-lapse movies.

A large sandstorm hit the Sahara Desert on the 9th April and at approx 3am in the night the sandstorm hit me, making it nearly impossible to see the sky with my own eyes.

Interestingly enough my camera was set for a 5 hour sequence of the milky way during this time and I was sure my whole scene was ruined. To my surprise, my camera had managed to capture the sandstorm which was backlit by Grand Canary Island making it look like golden clouds. The Milky Way was shining through the clouds, making the stars sparkle in an interesting way. So if you ever wondered how the Milky Way would look through a Sahara sandstorm, look at 00:32.

31 Temmuz 2011 Pazar

Bir 20. Yıl Güzelliği Daha


Dün Pearl Jam'in Ten'inin yirminci yılı şerefine bir belgeselin hazırlandığından bahsetmiştim. Yine mükemmel bir albüm, yine bir yirminci yıl... Efsaneleşen grup Nirvana'nın efsane oluşundaki başrolü oynayan Nevermind'ın yirminci yılına özel bir sürüm hazırlanıyor. Sadece sürüm demek yanlış olur aslında. Çünkü bu yirminci yıl Nevermind'ı dört disk ve bir DVD, 90 sayfalık bir kitapçık, çeşitli posterlerden oluşuyor. "Nevermind Super Deluxe Edition" albümün en temiz ses kaydını ve bunun yanında prova kayıtları, canlı performansları da içinde barındırıyor. Ama tüm bunlara sahip olmak için biraz daha beklemek gerekiyor, çünkü 27 Eylül'de satışa sunulacak. Disklerin ve DVD'nin içeriği hakkında bilgiye buradan ulaşabilirsiniz...


*Görsel buradan alınmıştır.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Ten 20 Yaşında!




Pearl Jam'in efsane albümü Ten'in yirminci yılı şerefine Cameron Crowe tarafından bir belgesel hazırlanıyor ve izlediğiniz bu video sabırsızlıkla beklediğim bu belgeselin yayına sunulan ilk fragmanı. Sizin de haberiniz olsun istedim, iyi yapmışım di mi?

29 Temmuz 2011 Cuma

Gerçekten 'Bilgi'li Olmak İstemiyor İnsan



Sevimli mi sevimli bir tanıtım videosu. Pardon, "reklam". Ama bir yandan da helal olsun diyorum içimden. Vakıf üniversiteleri her fırsatta para değil bilimi amaçladıklarını belirtirken -elbetteki istisnalar var- rengini açıkça belli etti. "Biz üniversite olmaktan vazgeçtik, şirket olmaya karar verdik efenim." Herkes Türkiye'deki akademik anlamda başarının olmayışından yakınırken bir reklam sanırım her şeyin çözümü olacak. Biz bunu neden daha önce düşünemedik yahu(!). Boşuna "ekol ekol!" diye çırpınıp durmuş, 'Bilgi'li olmayı akıl edememişi(m/z). Bakar mısınız, bir bardak soğuk su lütfen!...

Edit: Konu hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

24 Temmuz 2011 Pazar

Will You Still Love Me Tomorrow? Yes, I'll... Yes, We'll...


                   
   


Birileri giderken o "giden birilerinin ardında kalan diğerleri" olmak zorunda, oluyor da. Hayat bazen ne kadar da ilginç, ne zaman ne yapacağı belli olmayan biri/bir şey gibi gözükse de çok sıradan. Çok izlenen konuları sürekli ısıtılıp önümüze getiren reyting peşindeki kanal sahipleri gibi. Erken ölen bir sanatçı ve onun ağlayanları. Bi de 27 Klubü hikayesi var tabi. Herkes "düzelme"sini beklerken olduğu gibi kalan insanlara saygım sonsuz, sonları ölüm olsa bile. Kaçımız giderek ölüme yaklaştığını bile bile devam eder bir şeye, kaçımız bir erkeği/kadını hayatının merkezine koyup ona pervane olabilir. Hadi ölelim demiyorum. Ahkam kesmeyi bırakıp biraz anlamaya çalışmak en doğrusu. Kimse canı sıkılıyor diye koşarak gitmez ölüme. Hiç mi vazgeçmediniz bir şeylerden, hiç mi korkup kaçtığınız bir şeyler olmadı, hiç mi istemediğiniz şeyleri yapmak/yaşamak zorunda bırakılmadınız? Amy Winehouse'un öldüğü haberi hiç şaşırtmadı beni de onu az çok tanıyan herkes gibi. Üzdü bu haber, üzdü çünkü kaybetmeye karar verdiği şey sadece kendisinin değildi. Sesi bizimdi artık, ele geçirmiştik onu. Para karşılığında sahneye çıkıp sallamalıydı vücudunu, vermeliydi paramızın karşılığını. Para? Amy Winehouse'un ne kadar umurundaydı? Sahi ne istiyordu bu kız? Winehouse bende hep içi kanatılmış, aradığını bulamamaktan bahsedemiyorum bile, aramaktan vazgeçmiş bir insanın hüznünü uyandırıyordu. Acıların altını çiziyordu sözleriyle, sesiyle. Mutsuzdu, söylemekten çekinmiyordu, sevimli yardım önerilerimizi bile reddedebiliyordu. Bu ne cüret ha? 

They tried to make me go to rehab, I said, "No, no, no"

Herkes aynı şeyi düşünmek, aynı şeyleri dile getirmek zorunda değil elbet. Ben Amy Winehouse ve onun "27'lik yaşamı için böyle düşünüyorum. Seni yarın da seviyor olacağım, bi sonraki gün de...


*Görsel buradan alınmıştır.

22 Temmuz 2011 Cuma

Charlie Sheen'siz Bir "Two And A Half Men"


Önce şu güzelim introyu izleyin.

Amerikan komedi dizilerinin içinde Two And A Half Men ile My Name Is Earl'ün yeri benim için başkadır. How I Met Your Mother'ı da severim, o ayrı ama bu iki dizi How I Meet Your Mother'dan bile ayrıcalıklıdır benim için. My Name Is Earl 2009'da kaldırılmıştı daha doyamadan. Earl'ü Earl yapan bıyık ve dişleriydi sanki. Sen ne güzel diziydin My Name Is Earl!

Şimdi de Two And A Half Men'e veda etmem gerekiyor galiba. Yanılmıyorsam geçtiğimiz mart ayında Charlie Sheen diziden kovulmuş ve CBS 2003'ten bu yana süren diziyi yayından kaldırma kararı almıştı. Ancak dün öğrendim ki dizi yeni bir solukla yola devam etme kararı almış. Bu yeni soluk da The Butterfly Effect'ten aşina olduğumuz Ashton Kutcher. Kutcher'in Charlie Harper'ın devamı olup olmadığı, nasıl bir karakter olduğuna dair henüz bir bilgi edinemedim. Açıkçası diziden eski tadı alacağımı sanmıyorum, umarım yanılırım...

Yeni sezonun afişi de işte bu:


Edit: Sevdiğim tüm dizileri yayından kaldırmaya bir son verin artık. Pushing Daisies'i de unutmuş değilim hala, zavallı yavrucağı iki sezondan sonra yayından kaldırmıştınız!

*Görsel buradan alınmıştır.

17 Temmuz 2011 Pazar

Carl Olabilmeye Dair



Ben her zaman bir 'Ellie' olabildim. Peki ya sen? Sen bir gün 'Carl' olmayı başarabilecek misin?