28 Haziran 2011 Salı

Yine De "The World Is Mine"





Kafam çok karışık. Çok kararsız kalıyorum. Çalışmayı bıraktım, hayatımda öyle bir şey yok artık. Çünkü çalışmanın gerekli olduğuna olan inancım benden hızla uzaklaştı. Çok çalışıp psikoloji okumaktansa az çalışıp daha büyük bir zevkle felsefe okurum. Bir karar versem her şey yerine oturmuş olacak. Çalışmadan da rahat rahat girebileceğim bir yer için kim beni çalışmaya ikna edebilir ki? Mis gibi felsefe okurum. Gelsin Nietzsche'ler, gitsin Kant'lar... Ama bir yandan da beklentilerimin altında ezilmekten korkuyorum. Psikoloji, sosyoloji, iktisat, ekonomi ya da felsefeden biri olacak. Bu kesin. Ama hangisi olacak? Daha da önemli olan soru ise hangisinin olması gerektiği.


Aklımın karıştığı bir diğer nokta ise İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mü yoksa Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü mü? Kimileri felsefenin Türkiye'de öğrenileceği tek yer İstanbul Üniversitesi diyor, kimi Boğaziçi Üniversitesi her şeyde iyidir diyor. Ben de Beyazıt'ı hiç sevmiyorum hani. Bir yandan da güzelim Bebek! Felsefe okumayı düşünen biri için mekanın çok da önemi yok aslında.


Gerçekten de çok kararsızmışım di mi?


Her şeye rağmen, nereye gideceksem gideyim bu dünya benim değil mi zaten?


Edit: Eğer olur da bir gün bu yazıyı felsefe okumuş, okumakta, okumak isteyip de okumamış ya da sonradan okuma isteğine kapılmış biri varsa lütfen yorum bırakarak ya da vaveyla-a@hotmail.com adresine mail yollayarak görüşlerini bildirsinler. Felsefe aşkına !

25 Haziran 2011 Cumartesi

Tanrı Katili (Aydınlanmak = Karanlıkta Kalmak)

 

                                               

Farklıydı herkesten, her şeyden. Farklılıklarında boğuluyordu. Aynılaşmak istiyordu, aynı kalabilmek. Biliyordu, imkansızdı. İmkansızı istiyordu inatla. Bir keşiş edasıyla vurdu yollara kendini. Ruhunu eğitmek, eğitmek ruhunu. Sessiz ve derinden ilerlemeli diye fısıldıyordu kendine bıkmadan, usanmadan. Yanına sadece kendisini aldı, yeterince ağır geliyordu yine de. İnsanın kendisini taşıması en ağır yük değil miydi zaten? İçinde adını koyamadığı bir şey vardı, kutsandığını düşünüyordu bazen. Bazen de lanetlendiğini. Bir şey nasıl hem bir kutsanma hem de bir lanet olabiliyordu? İmkansızdı bu, tıpkı aynılaşma isteği gibi.

Bir asa diledi Tanrı’sından ve her şeyin bilgisine sahip olmayı. Tanrı’sı cevap vermiyordu çağrılarına, verse imkansız olmazdı zaten isteği. Tanrı duymazdan geliyor olmalıydı onu, alay ediyordu belki de. Neden? Bilmiyordu, bilse imkansız olmazdı zaten isteği. Gözlerini daha büyük açmaya çalıştı etrafındaki her şeyi görebilmek için. Tanrı’sına sırtını dönüyordu, sana ihtiyacım yok diyordu sanki. İsyandı bu, Tanrı’nın adının üstünü çizmek…

Güçlü hissediyordu kendini. Güçlüydü, Tanrı’yı öldürmüştü. Devam etti yoluna, sırada ne vardı? Tanrı olmak? Kapadı gözlerini, kollarını yavaş yavaş yukarı kaldırırken bir yandan da büyük bir yudum nefes çekti içine. Açtı gözlerini, üfledi dünyanın üstüne. Aydınlanmış hissediyordu kendini, uyanmış… Bilmiyordu henüz ama öğrenecekti. Öğrenecekti aydınlığın da tıpkı karanlık gibi insanı kör ettiğini…

24 Haziran 2011 Cuma

Just Click It



Ben ilk kez bu bağlantı aracılığıyla tanıştım, çok sevdim. Siz de daha fazla geç kalmadan tanışın bence...

23 Haziran 2011 Perşembe

Sezonu Açtım Bugün



Bugün Florya Güneş Plajı'ndaydım, deniz sezonunu açtım. Bakmayın siz bana, erken daha deniz için. Rüzgar, dalga, yosun ne ararsan var. Denizi yosundan ibaret olan o plaja neden para verip gittim bilemedim doğrusu. Gerçi sezon yeni açıldığı için temizlik hakkıyla yapılmıyor olabilir. Yine de bir daha asla. Büyük konuşmamak lazım tabi ama hemen yanında ücretsiz plaj varken neden orası? Tek farkı emanet dolaplarının olması ki onun için de ekstra bir on lira ödüyorsunuz. Ne gerek var di mi ama?

Edit: Resim temsilidir.

21 Haziran 2011 Salı

1991'de -2 Yaşında Olmayı Ben Mi İstedim Sanıyorsunuz?


                                             
                                                                                                                                                             
Yıl 1991, aylardan ağustos. Pearl Jam ilk albümü olan Ten'i çıkarıyor ve ben annemin rahminde bile değilim. Annem evlenmemiş henüz. O kadar zamansız doğmuşum anlayacağınız. Türkiye'de 90larda gençlerimiz Akmar vs. önünde çekme kaset ararken, walkmanlerle sevdiği grupları dinlerken, Pearl Jam ile tanışmışken ben hala yokum. Yıl 1996, aylardan kasım. Pearl Jam Türkiye'de. Nihayet doğmuşum ve ne yazık ki 3 yaşındayım, İstanbul'da yaşamıyorum. Şimdi 18 yaşındayım, İstanbul'dayım ama artık bunlar da yetmiyor. Çünkü Pearl Jam 15 yıl olmasına rağmen bir daha gelmedi buralara, gelecek gibi de gözükmüyor. Gelseler iyi olur, hoş olur ama asla 90lardaki gibi olmaz. Çok şey değişti. Soundgarden'ın Chris Cornell'ı gibi artık Eddie'nin de saçları kısa, yüzlerinde yılların izleri, olgunlaşmanın verdiği ilk gün heyecanını yitirme değil de durağanlaşma... Asla 90lardaki gibi olmayacak hiçbir şey. Keşke diyorum, keşke şimdi yaşlanmaya başladığı için depresyona giren bir kadın olsaydım da yeter ki 1996'da genç olsaydım...

Çok şanslısınız 90 gençliği...

Yine de severim Pearl Jam'i. Hem de en çok onları severim...

19 Haziran 2011 Pazar

Dünyanın En Güzel "Alabama"sı





Hadi yine iyisiniz. Bugün sayemde belki de ilk kez Lynyrd Skynyrd dinleyeceksiniz. Ben bu parçayı çok seviyorum ve sizlerle paylaşmak istedim. Aslında şu sıralar sürekli sevdiğim parçaları paylaşmak istiyorum ama tadının kaçmasından endişe duyuyorum -tabi eğer bi tadı varsa-.


Parçamızın adı "Sweet Home Alabama". Lynyrd Skynyrd bu şarkıyı Neil Young'a cevap niteliğinde yazıyor. Bizim kültürümüzdeki aşık atışmasına da benzetilebilir bu yönüyle. Neil Young, faşizmin Amerika kıtasında doruklara ulaştığı 70lerde Southern Man ve Alabama adındaki parçalarıyla faşizmi eleştiriyor. "Southern man, when will you
pay them back?"

           
                        
                                                                                                                                                                      

Lynyrd Skynyrd işte bu sözler üzerine Sweet Home Alabama'yı yazıyor.

"Well I heard mister Young sing about her
Well, I heard ole Neil put her down
Well, I hope Neil Young will remember          
A Southern man don't need him around anyhow."


Peki ben neden bu parçayı çok seviyorum?
Çünkü çok ama çok güzel "Alabama" diyorlar. Pek çok kez deneyip onların Alabama'sının yanından bile geçemedim. Ama yalnız değilim, Greenday de tıpkı benim gibi onlar kadar güzel Alabama demeye çalışıp başaramıyor...

Edit: Yan resimdeki kollarını açan adam bana H.I.M'in bi resmini çağrıştırdı. Seni de seviyoruz Ville Valo!

Son bir şey: Dakikalardır tekrar tekrar Pearl Jam Why Go dinliyorum... Siz de bir deneyin...

16 Haziran 2011 Perşembe

Ve Jackson Browne Bu Kez Nihat Doğan İçin Söylüyor "I Am A Patriot"


                                               
                                                   


Nihat Doğan... Sözün bittiği yer. Artık bir fenomen Türk insanının naçizane yaşamında. Ne de güzel özetliyor biricikliğini. "İnsanlar üçe ayrılır: normal doğan, sezaryen doğan, NİHAT DOĞAN...


Santimantalist bir milliyetçi. "Benim ülkemin koyunu bile bir başka bakıyor..."


Survivor yarışmasının yapılacağı adaya giderken -vatanından bir süreliğine ayrılırken- şunları söylüyor Nihat Doğan: ...Ülkeme iyi bakın... Sizden tek ricam ülkemi yani sevgilimi tek sevdam dediğim aşkım dediğim ülkemi  size emanet ediyorum. Kırmayın onu, incitmeyin onu. Ona iyi bakın. Ona yeni doğmuş bir bebeğin uyurkenki haline bakarmış gibi bakın... Ağlatmayın onu, incitmeyin onu, kırmayın onu, üzmeyin onu. Geldiğimde mutlu bir Türkiye istiyorum sizlerden... Ülkem size emanetimdir, ona gözünüz gibi bakın, onu kırmayın.


İstedim ki Jackson Browne ülkesini sevdiğini söylerken bir yandan da tüm dünyayı kucaklamaya çalıştığı parçasını bu kez de Nihat Doğan için söylesin. Nihat Doğan "vatansever", Jackson Browne "patriot". Nihat Doğan ülkesinin koyununa bile ayrıcalıklı bir gözle bakarken Jackson Browne "And the rivers shall open for the righteous someday..." diyor. Ve devam ediyor Jackson Browne 


"And I ain't no communist,
And I ain't no socialist,
And I ain't no capitalist,
And I ain't no imperialist,
And I ain't no democrat,
Sure ain't no republican either,
I only know one party,
And that is freedom.


Sıra bende. Peki ben ne diyorum? Hepimiz insanız zannediyordum ben, yanılıyor muyum yoksa?


Edit: Milliyetçi de değilim, liberalist de... Ne de karşıyım öyle olanlara... Herhangi bir şey olma peşinde değilim. Tek yaptığım olabildiğim kadar insan olmaya çalışmak...

14 Haziran 2011 Salı

Üzgünüm Uleynnn


Üzgünüm ben yaaa. Üzgünüm, üzgünüm işte. Çok sevdiği babetlerinin -hem de sırf sevdiği için hediye alınmış babetlerin- içine ayağı sığmayan her kız benim kadar üzülür mü acaba? Neden, neden ben? Benim yerime bi başkasının ayağı taraklı olamaz mıydı yani?? Ya da siz sayın Lacoste üreticileri, benim gibileri de düşünseniz olmaz mıydı yani? Var mı bana ayağını birkaç günlüğüne ödünç verebilecek olan. Söz zarar vermeyeceğim...

Çaresizlik insana neler de söyletiyormuş böyle!..

Determinantı Bir Başına Öğrenmenin Yan Etkileri



Evet, yaptım ben bunu. Öğrendim bi başıma determinantı. Zor oldu, güç oldu. Şu 4x4lüklerde olmasa her şey daha güzel olabilirdi. O iğrenç 4x4lüklerin determinantını bulmaktan ve en çok da Ek(A)dan nefret ediyorum. Tek başına determinant öğrenmek 4x4lülerde ve Ek(A)da okkalı küfür gibi hoş olmayan eğilimlere yol açabiliyor. Ayrıca kişiyi özellikle de benim gibi bir kişiyi Hande Yener dinlemeye sevk edebiliyor. Merhaba ilkokul yılları. Sizi hiç beklemiyordum doğrusu. Şimdi hemen defolun buradan...

12 Haziran 2011 Pazar

İlk Oyu Kullanmanın Dayanılmaz Hafifliği

Bugün 12 Haziran 2011.Türkiye'de genel seçim var ve Vaveyla ilk oyunu kullanacak bugün. Seçim ilginç bir şey. Oy sahibi her birey kullandığı tek bir oyla milyonlar adına karar vermiş oluyor. Oy kullanmamakla da öyle. Bir oyla ülkeyi değiştirmek. Var mısın? Evet, varım. Ben de oyum da burdayız ve birazdan birlikte oy kullanacağımız yere gideceğiz...

10 Haziran 2011 Cuma

Hadi, Daha Neyi Bekliyoruz Birer "Big Fish" Olmak İçin




Dün bu saatlerde izledim bu filmi. Benim gibi film deyince aklına gelen ilk şey aksiyon olmayanlardansanız bu filmi sevme ihtimaliniz oldukça yüksek. Filmin yapım yılı ne zaman, oyuncular kim, hangi ödüllere aday olmuş ya da hangi ödülleri almış bunların üzerinde durmayacağım. Durmayacağım; çünkü bu bilgilere zaten tüm film sitelerinden, sözlüklerden vs. ulaşabilirsiniz. 




Neyse, konumuza dönecek olursak Big Fish’te masal anlatmayı seven, gerçekleri fantastik unsurlarla harmanlayıp sunan bir adamın hayatının son günleri anlatılıyor. Filmin temelindeki olay, babasının masallarıyla büyüyen oğlunun babası hakkında pek bir şey bilmeyişi yüzünden onu tanımadığını öne sürmesi, bunun paralelinde gerçekleşen olaylar sonucunda da baba-oğlun birbirine küsmesi.










Masal anlatan baba ölüm döşeğine düşünce oğlu olanları unutmayı dener, eşiyle birlikte babasının yanına gider. Oğul, babasının evde olmaya dayanamadığını düşündüğü için masallara sığındığını, evde olmaya dayanamama sebebinin ise başka bir kadın, başka bir oğul, başka bir aile olduğu fikri ile büyütmüştür kendini ve bu yüzden babasına olan kızgınlığı bir türlü geçmez.









Babası anlattığı masallardan birinde bir cadının cam gözünden nasıl öleceğini gördüğünü ve zamanı gelince o şekilde olacağını iddia eder. Baba, ne zaman öleceğini bildiği için o ana kadar olan yaşamında hep yeni şeyler keşfetme, deneme, yaşama serüveni içerisinde olmuştur. Filmin sonlarına doğru o zaman gelmiştir ve baba oğuldan ona bir masal anlatmasını ister. Oğlu babasına nasıl öleceğini ona daha önce anlatmadığını, nasıl bir masal anlatması gerektiğini bilmediğini söyler. Babası ısrarla devam etmesini ister ve oğul bir masal anlatmaya başlar. Baba tıpkı cadının söylediği gibi der arada oğluna masalın önceden bildiği ölümüne uygunluğunu kanıtlamak istercesine. Masalın sonunda oğlu babasını diğer masallardaki kahramanlarla birlikte ölüme uğurlamak için nehir kenarına götürür, oğlu babasını nehre bırakır ve baba “Big Fish” olur.



Belki de en sevdiğim sahne buydu. Evet, farkındayım içinde azıcık olsa bile aşk görünce "Ayyyy, ne romantik!" diyen on beş yaşındaki genç kızlar gibi davranıyorum : )



            Anlatmakla anlaşılmaz ki bir film. Anlayabilmek için izlemek gerekir…

Edit: Paylaştığım parçayı filmin soundtrackları arasından seçtim. Bu parçayı seçmemdeki temel etken tabi ki Pearl Jam...

4 Haziran 2011 Cumartesi

İyi Ki Varsın, İyi Ki Yanımdasın






Öyle biriyle tanıştım ki öyle birinin nasıl biri olduğunu anlayamadım. Soğuktu bakışları, kovuyordu yanından herkesi. Yalnızlık istiyordu etrafından. Beni mıknatıs gibi çeken bir şey vardı o donuk bakışların sahibinde. Anlayamıyordum. İrademi kullanamıyordum ona karşı. Baktım ondan kaçamıyorum onu doğru koşmaya başladım.


Buzları çözülüyordu donuk gözlerin yavaş yavaş. Ona yaklaştıkça bana sarılmak için bekleyen iki kol gördüm. Sardılar beni sımsıkı. Donuk bakışların arkasına saklanmış sevgi yığınlarını gördüm. O kadar büyüktüler ki onların sahibi olmak beni korkuttu. Çok iyi anlaşıyorduk. Ayrı geçen her dakika kayıptı bizim için. Birbirimizden sıkılmıyorduk, hep daha fazla zaman istiyorduk. Sonra arkamda bıraktıklarım geldi aklıma. Beni çağırıyorlardı. Bağırışlarını duyabiliyordum. O da duyuyordu. Ama kulaklarını tıkamıştı bu çağırışlara ve benimkileri de tıkamak istiyordu. Özlemiştim arkamdakileri ama ondan da vazgeçmek istemiyordum. Bir “o”na, bir “onlar”a bakıyordum. “Gitmeliyim” dedim. “Sen bilirsin” dedi. “Sen de gel” dedim. “İstemiyorum”du cevabı. Yavaş yavaş ayrıldım yanından. Gözleri yeniden donuyordu. Bir an ona dönmek istedim ama bakışları izin vermiyordu buna. Daha da hızlandım onun yanından uzaklaşmak için. Gözüm arkaya gitmiyordu artık. Arkamda kalmış olanların yanındaydım artık, mutluydum. Özlüyordum onu ve onla yaşadıklarımızı. Ama korkuyordum onları yeniden ondan istemekten.


Bir gün ansızın yeniden o da geldi yanımıza. Yakındı bana ve olabildiğine uzak. Ara sıra bana bakarken görüyordum onu. O kadar sevgi ve eski günlerin özlemiyle doluydular ki. Onlara yenik düşmekten korkuyordum. Onun benden daha çok geriye dönmek istediğini anladım. Büyük bir boşluk vardı içimde ve o boşluğun sahibi yerini benden geri istiyordu. Galiba vermeliyim ona istediğini. Çünkü benim o buzdağının içindeki sevgi ateşine ihtiyacım var…


Edit: Bu yazıyı 3-4 yıl önce karalamışım defterime. Evet, birbirimizi affettik ve hala birlikteyiz. Devam ediyoruz birbirimizi sevmeye. Ve bugün canım arkadaşımın(yazıda bahsi geçen) doğum günü. Doğum günün kutlu olsun. Nice birlikte geçirilecek günlere, yıllara, ömürlere…

Serzeniş





En büyük aptallık ne diye sordum kendime. Sanırım insanlara güvenmekti. Teslim olmaktı her şeyden vazgeçerek. İhtimalleri düşünmekti içinden en güzellerini seçerek ve onlara sarılarak uyumak. Belki de en büyük aptallık insanların varlığından başka bir şey değildi...

3 Haziran 2011 Cuma

Düşünün Ki




Sessiz bir çığlıktır yaşamak. Bir çığlık düşünün ki yapamadıklarınıza, söyleyemediklerinize ithaf edilen. Damla damla gözyaşı, yudum yudum yaşam... Gerçek… Bir gerçek düşünün ki can yakan. Acı gerçekler sır gibidir. Kimseye söylenmez, gömülür karanlık köşelere. Görmezden gelerek yaşamaya çalışır insan. Öyle bir görmezden gelmek düşünün ki zavallıca, çaresizce… Ve yaşamak sessiz çığlıklarla… Bir yaşamak düşünün ki adı vaveyla olan…